İki yarım aydı kalbin…
İki yarım aydı kalbin kardeşim. Bir yarımı, yarındı… Diğer yarımı, yarîn…
Sen hiç yarısı olmayan bir şehirde yarım bir kalple veya kalbinin yarısı olmayan bir şehirde yarım başına kaldın mı… Şehrinin yarısı, kalbinin yarısıydı… Kalbinin yarısı, yarînin yarısı…
Eksikliğini hissettiğin her an, hiç bir şeyin tam değildi… Tamamlandığında her eksiğin, o eksikse, tam olan hiç bir şeydi… Sen ey, şehrin aynası kardeşim…
Tamamlanmaya hazır mısın… Yarası derin, yarısı kırık kardeşim, yarîni bulmaya hazır mısın…
Şehrinin sevdalısı, menekşe kalpli kardeşim…
Biz öyle bir medeniyetin evlatlarıyız ki, bize şehir denildiğinde bir fikrin ışıldadığını görür melekler… Bize şehir denildiğinde, hem mahiyetini hem muhitini anlar hafızamız, tadar hafız damaklar… Bize şehir denildiğinde bir dost, bir sevgili, bir yoldaş, karındaşımızı anlarız… Ve şarkıların ortasında kalırız…
Biz öyle bir medeniyetin evlatlarıyız ki her gün Kurtuba’nın dar sokaklarında sükunetle gezdiririz kalplerimizi… Afrikanın kaderi siyah, gözleri elmas, karnı aç çocuklarına örtü oluruz ana gibi. Filistin’de mazluma cesaret oluruz, Yemen’de yetim düşen Zahide’nin gönlüne merhem… Bir kavganın orta yerinde kalır Hüseyin oluruz. Damburanın tellerinden biri de biz oluruz bozkırda artık koşmayan atlara fer olmak için. Oğuz’un sesine karışıp, Kürşat’ın yanında duran kırk yiğitten biri de biz oluruz.
Biz hangi camiye girersek girelim, ya Sultan Ahmet’in avlusunda hissederiz kendimizi ya Selimiye’nin kubbesinin altında… Biz hangi camiye girersek girelim ya Doğu Türkistan’ın yetim şehri Kumul’da Eyidgah camisinde hissederiz kendimizi yada hüzün şehri Kaşgar’da Yusuf Has Hacib’in yanında, Abak Hoca’nın türbesinde, kilit vurulan başka bir caminin kapısının önünde kaybolduktan sonra buluruz kendimizi.
Mutluluğun yolunu Yusuf Has Hacib’ten dinlerken, Kaşgarlı Mahmut’tan divanını öğreniriz. Tumaklarıyla sokaklarda yürüyenlere karışır kırmızı tombul yanaklı bir çocuk da biz oluruz. Esaretin mahsunlaştırdığı, özgürlüğe susamış bir çocuk gibi…
Biz öyle bir medeniyetin evlatlarıyız ki hangi camiye girersek girelim o an Süleymaniye’nin harcına karışan bir elmas da biz oluruz. Eyyüp Sultanın dizi dibinde oturur gibi otururuz her seferinde. Kurtuba kütüphanesinde bir kitap gibi, Fatih Kütüphanesinde bir evrak gibi tozlu raflarda yükü ağır, emaneti kıymetli sayfalara karışırız.
Bir serap belirir her gün doğumunda kıymetli kardeşim… Serap ki kokusuzdur… Bir koku belirir her gün batımında kardeşim… Koku ki şarkısızdır…
Bulmaktan korkarız şarkısını, kokusunu serabın… Bir gizemli Leyladır bizim için… Duyduk ki alımlıymış meğer… Avucunda bir tül saklıdır kardeşim, o da dünyalara değer…
Medeniyetin evlatları olarak iki yarım aydır sevdamız bizim. Bir yarısı yarımızdır diğer yarısı yârimiz… Yarî, yarısı olan bir yürektir taşıdığımız… Yürek ki taşıması da yürek ister… Kırılgan sabahların güneşsiz doğduğu doğrudur. Ancak her menekşe de gün ister, büyümezmiş meğer. Avucunda bir kül, rüzgarına değer. Rüzgar ki Faran dağında estiği gibi, Hindikuş’ta, Hazar ovasında, Bozkırlarda, Kudüs’te, Bir İspanyol limanında, Akdeniz’de, kapısında Viyana’nın, Nil’in koynunda estiği gibi seher vakti Saray Burnu’nda da, Ağrı Dağında da, Hattuşaş’ta da, Tuşba’da da, İshak Paşa Sarayı’nın kule eteklerinde de, Palandöken’in dik, Nemrut Dağının bitmek bilmez yamaçlarında, Muş ovasında, Harran’da, Şam’da bir Üniversite’nin dersliklerinde, Cezayir’de meyvesiz kalmayan bir hurma ağacının yapraklarında da esmek ister…
Elemli akşamların yeri yok artık takvimlerde kardeşim. Medeniyetin dört nala koşan atlıları bugün hangi sahrada, hangi bozkırda koşuyor bilmiyorum ama güneş her sabah medeniyetin evlatlarına aynı içtenlikle doğuyor… Büyük bir şevkle her gün yeniden umut dolu kervanlarla gelerek…
Sabıkalısın kardeşim. Yılların birikmiş sabıkası gözlerine yazılı. Soluduğun havaya koka sinmiş. Sindirilmiş belki yıllar yılı…
Yorgunsun anlıyorum… Sanki yüreğine dağların irisi binmiş de koş diyor sana, ben duyuyorum. Urumçi’de Dabazar çarşısında bir çocuğun ellerinde yazılı senin kaderin. Uygur senin içini acıtır da haberin yok ama ben bilirim…
Pazar tezgahlarının arasından sıyrılıp, renkli vitraylarla süslü bir camiye yaklaşırsın gün be gün. Dungan dedikleri sonradan Müslüman olan Çinli bir delikanlı namazdayken yanına geçer, saf tutarsın. Safta yerini alırsın. Bağlarsın ellerini onlarla aynı anda tekbir getirdikten sonra. Ak Mescid Camisinde Uygurlara karışırsın her vakit…
Bir serseri içine girmiş gibi dağılmanı istemiyor kalbim. Kardeşim avucunda bir kötü ses var, her gece yatağına değer. Yeryüzünü semazenler sardı sanırsın, oysa bu çağda uçmuyor artık kelebekler. Her müzisyen kör mü doğmuş, her şarkıcı hür mü… Ama sen kardeşim yarısını bulacaksın kalbinin. İki yarım ay bir birini bulacak. Yelkenler biçilecek yine, yelkenler dikilecek. Dağlardan çektirilen, kalyonlar çekilecek yine. Kelpetenlerle sûrun dişleri sökülecek. Yürü kardeşim… Yürü hala ne diye oyunda, oynaştasın. Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın. Söylenecek bu şarkı her gün doğumunda kalbine, her gün batımında ezan diye kulaklarına… Avucunda bir nota boynuna dolanmış kardeşim. Avucunda bir nota sönmediyse eğer…