Sevgili kardeşim,
Hadi bir serüven de biz yazalım… Bugün sana serüven yazmanın inceliklerinden bahsedeceğim… Serüvenlerin bir yürüyüşle ve yürüyüşlerin dualarla başladığından bahsedeceğim…
Bir yürüyüş ile başladı her şey… Yesrib’leri Medine eden serüven de, Firavunca putlaştırılmış zaaflardan kaçışlar da, şeytanlaşan arzu ve heveslerin zindanından Yusufiyelere sığınmak da, Nemrutun sarayından tevhidin saltanatına ulaşmak da, esaretten hürriyete kavuşmak da bir yürüyüşle başladı…
Muzaffer bir milletin bakî yolculuğu ve sayısız yolculukla inşaa edilen serüvenimiz bir yürüyüşle başladı…
Yürüyüşlerle başlar serüvenler kardeşim…
Biz, öyle bir medeniyetin evlatlarıyız ki yürüyüşlerimizi de dua ile başlatır dua ile bitiririz… Biz, gün ağarınca seccademizde şehitlerimize yer açar, her secdeyi zırh edinir, yürüyüşlerin en güzeline çıkarız. Gecenin uzunluğunu, yolun meşakkatini düşünmezleriz biz. Bizim hikayelerimiz kıyamda başlar secdede biter. Ta ki irem bağlarına göçüp gidene kadar…
Karanlık bir çağın yakıcı günleriydi…
Mevsimlerden hazan mevsimi…
O gün kimine göre hasta adam, kimine göre 623 yıl 3 kıtada hüküm sürmüş bir cihan devletiydi Osmanlı… Kuruluş ve yükseliş devrinde dünyayı titretmişti oysa… Bu imparatorluk, gerileme döneminden itibaren Avrupa’da meydana gelen değişimlere ayak uyduramamıştı… Mağlup olduğu her savaş Avrupa’daki imajını zedeliyor, yapılan ıslahatlar ise yetersiz kalıyordu. Osmanlı Devleti, Avrupa’nın gölgesinde kalmış, küçülüyor küçülüyordu.
Rusya ise Çar I. Petro’nun kazandırdığı heyecanla güçlendikçe güçleniyordu. Rusya’nın uzun zamandır beklediği 93 harbi böyle bir dönemde patlak verdi. Balkanlar’da Tuna Cephesi karıştı ilkin… Ardından doğuda Kafkas Cephesi’nden ilerlemeye başladı Ruslar… Kars, Erzurum hattında yangın büyüyordu… Önce Doğubeyazıt’ı kaybettik. İki hafta sonra Ardahan’ı… Osmanlıdan kopan parçalar Rusya’nın kucağına düşüyordu. Söz verdikleri gibi gizlice Ruslar’a yardım eden Ermeniler ise bağımsızlık hayallerine artık çok yakındı.
Balkanları kaybettik… Doğu Anadolu’nun önemli bir kısmı elimizden çıktı. Kars, Ardahan elimizden çıktı. Batum elimizden çıktı. Rus hududu Erzurum oldu. 136 yıl önce yaşanan bu hadiseler hiç bitmeyecek bir kış gibiydi… Bu toprakların üzerini kaplayan kara bir bulutun gölgesinde kalmıştık… Bu dönemde Erzurum’un savunmasını kolaylaştıran en önemli mekânlar doğusunda güneyinde ve kuzeyinde bulunan tabyalardı. Aziziye tabyası… Mecidiye, Kiremitlik, Tufanç tabya ve Palandöken tabyası…
136 yıl geçti… Çok değil 136 yıl…
1877 yılının, 8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gecesiydi… Aziziye Tabyası’nda bir koşuşturma, bir telaş vardı. Askerimiz nöbet değişikliği yapıyordu… Gencecik yorgun bedenler bir kenara kıvrılıp dua ile geceye sarılıyordu. Taş zeminde kaykılıp geceyi üzerlerine çekiyordular. Önce Allah’a sonra kıyamda nöbet tutan gözlere emanettiler. O gecenin bu cavidan yolcuları acımasızca uykularında şehit edilmiştiler. Cennete giden bir kervandı tabyada uykusunda şehit edilen civanlar…
O dönem Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri askeri birlik kılığında Aziziye Tabyası’na girmeyi başarmış, sonradan gelen Rus askerleri için kolaylık sağlamışlardı. Baskından yaralı olarak kurtulan bir er, Erzurum’a haber ulaştırdı.
Kaynar suya düşer gibi, ateşte yanar gibi ayaklandı Erzurum… Bütün şehir sabah ezanıyla, verilen salalarla fışkıran lav gibi köpürmeye başladı. Tabyanın konuşlandığı Topraktepe’den şehre nar düşmüştü çünkü… Çığ gibi büyüyen bir kalabalık, emirsiz komutasız şehitlerinin yattığı tabyaya doğru yönelmeye başladı…
Her yürüyüş dua ile başlar bizim medeniyetimizde… Kulağına bir dua fısıldayıp beşikteki sabiyi Allah’a emanet eden bir anaydı bütün şehir… Şehir halkı kürek, satır gibi eline ne geçirmişse yanına alıp yürüdü… Silahlı bir mücadelede kürek, satır ne kadar etkili olabilirdi ki… Ancak Erzurum halkı için bunun bir önemi yoktu. Önemli olan bu mücadelede yalnız bırakmamaktı askerimizi. Aziziye tabyası düştükten sonra şehri Ruslar’ın ele geçirmesi an meselesiydi.
Vakti gelmişti yürüyüşün…
Erzurum Aziziye Tabyasına akmıyordu, acı bal gibi ağıyordu… Ağar gibi yürüyordu… Bedeni henüz soğumamış şehidine ağlayamamış kadınlar yürüyordu… Birkaç günlük bebeğini geride bırakan emzikli kadınlar yürüyordu… Yaşlısı, genci, erkeği, kadını… Bütün bir şehir ağar gibi yürüyordu… Topdağı cennete uzanan dağdı. Topdağı’na yürüyen, yüreğini avuçlarında götüren bu şehir cennete açılan kapılardan, salat kapısından, Reyyan kapısından, cihad kapısından bir kapıydı…
Şehirden gelen 2500 kişi Mehmetçikle omuz omuza Ruslar’a karşı Aziziye tabyasında mücadele etti. Tarihimizin neresine bakarsan bak kardeşim, arka planda bu tür kahramanca çarpışan halkı, bu tür kahramanlık sahnelerini çok göreceksin. Tarih boyunca başından geçen sayısız felaketlere rağmen, efsanevî kahramanları sıradağlar gibi abideleşen eşsiz bir coğrafyadır bu topraklar…
Oysa bugün zaafların esiri edilmiş bir dünyadayız. Kendimizden yola çıkarak ancak ve ancak anlayabileceğimiz bu yürüyüşle omuzlarımızda ya bir kahramanlık destanı taşırız yada bir milletin medeniyet anlayışının cenazesini… İdrak edebildiğimiz nispette medeniyetin cenazesi olmaktan çıkar kahramanlık destanına dönüşür yürürken omuzladığımız… Bu lanetleme çağının bizi hapsettiği benlik zindanından kurtuluşumuz millet, milliyet, cemiyet, medeniyet şuurunun farkındalığı ile başlayan bir duayla yürümekle olur ancak. Hiç üşümemiş birisi üşümeye kavram düzeyinde dahi yabancıdır. Hiç aç kalmamış birisi için de açlık gibi… Tarihini, ecdadını, ceddini onun çağına, onun acısına, onun meşum anlarına gitmeden anlamak ve o maziden miras edinmek imkansız gibi bir şeydir. Beşeri zaaflardan kurtulup insanlığa ve dahası adem oluşa bir hicrete muhtacız. Artık bu yolculuğa mecburuz…
Haydi…
Sala veriliyor…
Baki serüvenin yürüyüşü için çık sokaklara kardeşim…