Ben melamet hırkasını
Kendim giydim eynime
Ar u namus şişesini
Taşa çaldım kime ne
Sofular haram demişler
Bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim
Günah benim kime ne
Sofular secde ederler
Mescidin mihrabına
Yâr eşiği secdegâhım
Yüz sürerim kime ne
Gâh çıkarım gökyüzüne
Seyrederim âlemi
Gâh inerim yeryüzüne
Seyreder alem beni
Gâh giderim medreseye
Ders okurum hak için
Gâh inerim meyhaneye
Dem çekerim aşk için
Nesimi’ye sorsalar ki
Yârin ile hoş musun?
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne
NESİMİ
Ne de güzel anlatmış yokluğu, hiçliği… Yazımın başlangıç dörtlüklerinde neye tezahür etmek istediğim gayet net anlaşılmaktadır; Aslında hepimizin hayatında dileyip istemesek dahi katlanmak durumunda olduğunuz, güvenmemiz neticesinde hayal kırıklığıyla ödüllendirdiğimiz hayatımız tecelli ve zuhur etmektedir.
Hayatta bazı şeyler irade dışında gelişmektedir, güvenmek büyük erdemdir. Güven kırıklığı yaşatmak şahsa münhasır bir meziyettir. İnsanlar doğarlar, büyürler kendilerini kötülük aleminde geliştirirler. Bunların eşref saatleri yoktur ki o saate denk gelmek vicdanlarının teline dokunup da merhamet dilenmek.
Kendimizi ifade etme çabasına girmek hüsran daniskası olacaktır. Nesimi o kadar güzel anlatmış ki; Sadece bu türkünün sözlerini dinlemek müziğin tınısı eşliğinde konuya vakfı olmak, içi boş tavırlardan uzaklaşmak, başlı başına bir hayatın özetidir.
Tasavvuf denilen büyük Derya’da kaybolmak, toplumun yozlaştırıcı etkisine karşı koymak, zihnimizin alamayacağı kadar derinlere götürür ödüllendirir ruhumuzu.
Bahsi geçen melamet bir ideolojidir. Bu ideolojide insanlar tanınmadan yargılanmamalıdır. Dünyada taklit edilemeyen tek şey cesarettir. Herkes işine geldiği yerden konuyu yorumlamıştır. Sersemlerin kendilerine biçmiş oldukları kaftanlarda imkansızlık bulunmaktadır. Maalesef ki, yeri geldiğinde kadere boyun eğmemiz basit insanların iki dudağı arasındadır. Bakış açımızı güçlendirmek adına birkaç kelimeye değinip yazımı neticelendirmeye gayret edeceğim. Umarım akıllarda kalabilir.
Yaşadığımız coğrafya üzerinde içinde olalım veya olmayalım bir şekilde vakıf olduğumuz bir alışkanlık bir trend de sayılabilir. Her kuruluşta mesleğe başlanmadan önce yemin metni okunur ve tasdik edilerek görev tayin edilir. Namus, şeref, vicdan ilkeleri üzerine dayanmaktadır. Ordu mensupları namus üzerine, Türkiye’yi yönetenler, insanların can ve mal güvenliğini sağlayanlar, Türkiye’de ekonomik veriler üzerinde görevlerini icra eden bireylerin hepsi de namus ve şeref üzerine yemin ederler.
Konu hukuk dallarına yansıdığı zaman namus ve vicdan devreye giriyor. bunun üzerine yemin ediliyor. Namus, şeref, haysiyet, onur hayatımıza yön veriyormuş gibi telaffuz edilse de, onur kelimesi bize ait değildir. İlkokul yıllarından hatırlanacağı üzerine, Kırım Savaşı’nda müttefiklerimizden kalan bir hatıradır “onur” aslında.. İzzet-i nefs bütün kelimeleri etrafında toparlayan o mucize bağlayıcıdır. Hatalar biz kullara özgüdür, hatalardan ders çıkartılmadıkça kulun manası kalmamaktadır. İzzet’i nefsine düşkün olmayanın şerefinden söz edilemez. Oysaki nefsi değil aziz, bizzat zelil kılmayı marifet sayan Melâmet tarifesi nezdinde izzet-i nefsin bir değeri olmadığı için, yüksekliğin alâmeti nefsin izzetinde değil, zilletindedir.
Descartes’ın (öl. 1650) “Les passions de l-âme” adlı eserinde söyle bahseder;vicdan ve bencillik. İlki diğer gâmlığın kaynağı, ikincisi ise hodgâmlığın. Bu iki eğilim arasındaki çatışmadan da onur (namus, şeref ve haysiyet) denilen duygu zuhur ediyor.
Ey talib, hem melâmet hırkasını kendi eynine kendin giydiğini söylüyorsun, hem de başkalarının senin hakkında ne düşündüğünü önemsiyorsun.
Sen, aklınca, “Kime ne?” demenin kolay olduğunu sanıyorsun. Öyleyse, hakkını vermek suretiyle şöyle bir “Kime ne?” diye bağır da duyalım.
Yapamıyorsan, o hırkayı üzerinden çıkar, ve bir an evvel git o şuh meclise! Git ve gelme, çünkü orada izzet-i nefsin üzerine yemin etmeni bekleyen dostların var. Ben hatamı dürüstçe söyledim, beni affetmek sana ve rabbime kaldı.