Endüstri devriminin başlangıcından bu güne geleneksel düşünce, bize duyguların yani sezgi ve anlayış bilgisinin iş yeri ortamında var olamayacağını öğretmişti. Yanılıyorlardı… Onlara göre, örgütlerde her şeyin yolunda gitmesi için bize yol gösterecek olan rehberimiz; uyulması gereken mesai kuralları, bilançolar, akıl, mantık ve tabi ki her zaman gurur duyduğumuz zekâmızdı. Bunlar olduğu takdirde başka bir şeye gerek kalmaz diye düşünüyorlardı.
Gönül zenginliğinin, sezgilerin bu şekilde yok sayılması hiç de doğru bir tutum değildi. Ne var ki bunun bir hata olduğu da son zamanlarda gündeme gelmeye başladı. Bireyin kendine ve başkalarına ait duyguları, hisleri doğru algılayarak, sezerek, anlayışla karşılayarak, onları en uygun şekilde değerlendirip ifade edebilmesi çok büyük bir meziyetti ve bu meziyet kendini insanlığa kabul ettirdi nihayetinde.
Duygular arasında ayrım yapıp, elde ettiği bilgileri kendi düşünce atmosferinde soluyarak ve davranışlarına verimli biçimde yansıtmayı başarmak ilahi bir emanet, bir nimet olduğu kadar aynı zamanda bir yetenektir. Bu yeteneğin etki gücünü zaman içerisinde birçok camia kabul etmek zorunda kaldı. Biz buna gönül zenginliği, feraset ilmi, sezgi ve anlayış bilgisi dedik.
Batı dünyası ise bilim adamlarıyla farklı farklı araştırmalar yaparak bunun adını 90’lı yıllarda “Duygusal Zekâ” olarak belirledi. Bizi insan yapan, sosyal uyum ve ahlak ilkelerine uygun karar verebilmemizi sağlayan bu becerileri “Duygusal Zekâ” adıyla endüstri devlerinin gündemine getirdi bilim adamları. Bu, hayret verici ve inanılmaz bir keşifti aklı gözüne inmiş dünyalılar için. Bildik mânada duygulardan farklı bir anlam içeren, bildiğimiz duygularla açıklanması mümkün olmayan adeta terbiye edilmiş, filtrelenmiş davranış ve düşünce usullerini batı dünyası hala bugün ha bire araştırıyor. Bu konuya bu kadar önem vermekle aslında toplumsal hayatta ne kadar büyük bir yıkımın yaşandığını da ortaya koymuş oluyorlar.
Sen bu endüstri çağının evladı! Sen bu kazanç gayesiyle yaşayan, mutlu olma çabasından daha büyük bir derdi olmayan insan! Sen ey süs çiçeği! Sana Allah “mütrefin” diyor. “Bolluk ve nimet içinde şımarıp, dünyanın lezzet ve şehvetlerinde yüzen kimse” diyor… Yatmasında ve kalkmasında aşırıya kaçan, yemeyi içmeyi, dünyadan lezzet ummayı ölçüsüz yapan kişi sen isen, sana diyor… Sana Allah “mütrefin” diyorsa yeter artık görmen gerek. Gözden kaçırdığın bir hakikat var. Sus! Dinle!
Bilmen gerek… İş hayatında yine senin ağız tadın olmayacak bu kafayla gidersen. Evlilik hayatında darmadağın olacaksın. Tekerrür üstüne tekerrür… Çocuk yetiştirirken garip kalacaksın. Hüsran üstüne hüsran… Liderim sanıp gemileri olmadık yerde yakacaksın mürettebatıyla. Felaket üstüne felaket… Korkarım! Medeniyetini bilmeden; kendini ve çevreni bir teraziye koyup hangi ölçülerle tartacaksın? Hezeyan üstüne hezeyan…
Sana senden, senin içinden, seni sen yapan hamurundan, seni fırınlayıp pişirecek olan medeniyetinden ölçüler veriyorum. Dünya hayatında afiyet ve huzur için, sezgi ve anlayış bilgisi olarak gönlünü zengin tut diyorum. Batılı dünya buna “duygusal zekâ” diyerek kendi buhranlarını savuşturmak için çırpınırken sen kendi maharetlerini unutur isen hangi derdine deva bulacağını sanıyorsun.
Sen de benim gibi yetim mi düştün. Yetimler arasında kayıp mı oldun. Ya da neyi kaybettin de kayıplar arasında kayıplara karıştın? Ben seni görmüyorum. Senin suretinin ardında bir siret buldum da sana ondan kelimeler yazıyorum. Medeniyetini yitirince, azığını bitirince bir garip oldun. Yine soruyorum sana, insan olmanın kolay olduğunu sana kim söyledi? Yunus kuşların var senin dağların yamaçlarında ötüşen. Senin yağız atların var bozkırların tozunu kaldıran. Billur suların var senin toprağın en derin yerinde bereketi ve şifayı sırtlayıp şırıl şırıl avuçlarına akan. Mecnun var seninle aynı gök kubbede bir Leyla’nın peşinde diz çöken ve Leyla’n var senin Mecnun için dağların bittiği yere gözlerini dikip kıyamda bir ömür tespih çeken… Sen hala insan olmanın kolay olduğunu mu sanıyorsun…