Doğu mitolojisinin baş tacı yapılan unsurlarından biriydi… Kaknüs kuşu… Güzellikte rakibi yoktu Kaknüs’ün. Nadideydi… Görülmemiş bir gagası vardı, üzerinde yüzlerce delik bulunan… Gagasındaki her delikten başka bir ses çıkardı. O öttüğü zaman bütün kuşlar susardı. Her nağmesi aşktı onun. Duyan büyülenir, büyülenen de asla unutmazdı Kaknüs’ü.
Ömrü çok uzundu. Bin yıla yakın olduğu söylenirdi. Her ömür gibi, onun da ömrünün bir sonu vardı. Her ölümlü gibi elbette onun da korkusu vardı ölümden. Bir gün topladığı çalı çırpının içinde o müthiş sesiyle başladı feryat etmeye. Üzülüyordu yolun sonuna geldiğine. Ve son an geldi. Ömrünün son demindeydi artık. Son nefesini verirken kanatlarının kıvılcımlarıyla birden alev alıverdi. Yandı… Yandı… Yandı… Tamamen kül oldu. Artık hiç umudu yoktu. Her şey bitmişti artık… işte o anda beklenmeyen bir şey oldu. Kaknüs küllerinden yeniden doğdu. Yeniden eski haline döndü. Taptazeydi. Bedeni dipdiriydi. Yeniden güzel sesiyle herkesi büyüledi…
Kaknüs’ün hikayesini işittik durduk zaman zaman. Gözümüzde canlandırdık onun her halini. En çok da son halini… Peki biz ne yapıyoruz? Biz, yani dert sanılan tecrübelerin şımarttığı insanlar… “Dert” kavramını kaybetmiş olan bizler. Onun gibi olabiliyor muyuz? Bence olamıyoruz. Bu gidişle de asla olamayacağız. Çünkü şartlar iyileştikçe ruhlarımız köreliyor. Örneğin, çok uğraşmadan her şeye sahip olabiliyoruz. Üstelik çok da kısa sürede. Tüm isteklerimiz parmaklarımızın ucunda. Bu da bizi fazlasıyla şımartıyor. Sahip olduklarımızın da elbette gözümüzde bir değeri kalmıyor. Memnuniyetsizleşiyoruz…
Her yenilgide, her olumsuzlukta, her sıkıntıda alev alev yanmaya başlıyoruz. Küçük bir sıkıntı, bir kıvılcım haline gelebiliyor. Umutlarımız, ömrünü tükettiği zaman, son demde. Yandıkça külleniyor ömrümüz. Yanıyoruz… Yanıyoruz… Yanıyoruz… Sonra bir yığın kül oluyoruz. Kalbimiz katran karası… Kendimizi yenileyemiyoruz. Üstüne üstlük daha da yok olalım diye bilmeden yardım ediyoruz umutsuzluğa.
Hayata, umutlara sil baştan başlamıyoruz. Var olan –ve her zaman övündüğümüz- gücümüzü ortaya çıkarmıyoruz asla. Yenilmek daha rahat geliyor yenilenmekten. Hayatın tadı için bir adım atmak zor geliyor. Çaba sarf etmiyoruz. Oturup küllerimizle oyalanmak daha basitmiş gibi…
Oysa doğsak yeniden Kaknüs misali. Daha da tazelensek. Biten her şeyin yeni bir başlangıca kucak açtığını anlasak. Umutları yeşertip hedefleri çoğaltsak. Daha da ileri gidip meydan okusak herkese, her şeye… Yaşasak yani…
Bizse en son yapılması gereken –belki de hiç yapılmaması gereken- şeyi en başta yapıyoruz. Çarelerimizin hepsini elimizle bir kenara itiyoruz. Göze alamıyoruz sıkıntılara göğüs gerebilmeyi, onlarla savaşmayı. Her şeye inat edip yolun başına dönmüyoruz. Tembellik ruhumuza işlemiş bir kere. Söküp atamıyoruz bu alışkanlığımızı.
Yani bir Kaknüs kadar olamıyoruz. Yenilenip, güzel sesimizi yeniden duyurmuyoruz insanlığa. Yanıp şekil değiştirmiş gagamızdan güzel nağmeler yerine gri kül taneleri çıkıyor. Kül olarak kalmamıza alışıyor çevremiz yavaş yavaş. Görmez oluyorlar içinde bulunduğumuz durumu. Anlamaz oluyorlar sebeplerini. Zamanla güzel sesimizi unutuyorlar. Başkalarının kötü sesleri bile daha da güzel geliyor herkese. Sonumuz Kaknüs’ün sonuna hiç benzemiyor o halde. Dünya toz bulutu haline geliyor. Sonra? Sonrası hiç kimsenin umurunda değil Kaknüs’ten başka…
…
Bir yol ben sonra onlar geçiyor
Kanatlar- tutuşuyorlar karanlık
Güle güle geride
Küller kuştan artık.
Behçet Necatigil