Selam ve hürmetle
Oku şimdi. Senin de gölge gölge bir yolculuğun ve gölgelerde bir gölge yol arkadaşların varsa özenle oku. Özenle oku çünkü seninle bir hakikati paylaşacağız birazdan. Hakikatin iki ucu var şuan. Bir ucu, benim bu makaleyi yazarken durduğum taraftaki hayatta olsun, hakikatin diğer ucu ise senin şuan okuduğun tarafındaki hayatta olsun… Hakikat hissedildikçe ve hakikatin yüzüne sarılı tozu hikmet rüzgârı savurdukça şehirlerimizi göreceksin diri diri gömüldükleri yerden ayağı kalkarken… Toprak yarılacak ve altından ruhuna kavuşmuş şehirlerimizin doğrulduğunu göreceksin…
Büyümek ve çocuk kalmak arasında gidip gelen dünyaların aynasıyız. Bu iki sulak köy arasında yapılan yolculuklar, suyun üstünde yol alan kâğıttan kayıklar kadar edilgen olsa da akışın yön bulduğu izlekler sayesinde menziline varma adına öznel bir gayret olagelmiştir. Siz hiç büyüdüğünüzü farz ettiniz mi? Veya çocuk kaldığınızı fark edip büyüklerinizin dizi dibine en azından büyümekte olan aklınızı ve derinlik kazanmaya çalışan ruhunuzu çömelttiniz mi? “Bu sorunun muhatabı ben miyim?” diyenleri şimdiden duyar gibi oluyorum. Kibri ve enâniyeti, kuru toprağa hasret duymadan defnederek büyümek gerek. Siz hiç büyümek nedir ve büyüklerimiz kimlerdir sorusuna cevap aramak adına bir gece yolculuğu yaptınız mı? Her gece bir gece yolculuğu yapmak şöyle dursun bir gecenin gece yolculuğuna talip olmak bile bereketin yağmurunu sırtlamış rahmet bulutlarını şehrin üstüne çekecektir hiç kuşkusuz. Köpüklü bir kahve olup afyon bulutlarını sana anlatmıyorum, seni kör eden kara bulutlarını dağıt diye sana “küllerine üfle” diyorum. “Üflemeyen bir pencereden karanlık bir ormanda güneşi doğurtalım” diyorum. Yemyeşil bir erik ağacına çıkıp sana parasız zenginlikten söz ediyorum. Bana mesneviden bir emanet düşüyor, ben de emaneti gece yarısı koynuma alıp yol düşüyorum.
Hindistan’da yaşayan akıllı bir adam tanıdım, uzak bir seferden misafir olarak yanına varan dostlarıydık o gece. Yorgunduk lakin uzun ve çetin bir yolculuğa talip olunca yorgunluk ve açlık yolun zahmetlerinden değil, yolculuğun kendisi olmuş idi. Dinlemek ve dinlenmekti gayemiz. Akıllı adamın evinde yiyecek pek bir şey yoktu. Su ikram etti. Bir yolculuk için dost ve dostluk için su yeterdi, yetti… Akıllı adam o akşam gece yarısına kadar yolculuğumuza dair çok söz söyledi.
“Kaderinize tanıklık eden ağaçlar vardır. Yolunuz bu ağaçların ormanından geçecek. Bu orman, siz onu düşündükçe sizinle büyür, sizinle yürür. Öyle ki bu durumda orman git git bitmez. Bitmek bilmez bir orman yolculuğu haline dönüşür ömrünüz. Bu duruma düşmemek için ormanı değil yolculuğunuzu düşünün” demişti.
Akıllı adamın bu sözleri yol boyunca zihnimde yankılandı. Ve şöyle devam etmişti.
“Karnınız acıkacak. Yolculuk sırasında yanınızda yiyecek bir şey kalmayınca ormanda otlara yapraklara kani olmanız gerek. Bîtap düşseniz bile savunmasız ve semiz olan fil yavrularından uzak durun. Onları avlamayın ve yemeyin. Bu fil yavrularının anneleri her an pusudadır ve evlatlarına zarar verdiğiniz anda sizin için amansız bir düşman haline gelirler! Orman sizin gibi birçok açlığına tahammül edemeyenlerin cesetleriyle doludur. Bu orman fil yavrusu yiyenlerin çürük et kokularıyla kokuşmuş yaşayan capcanlı bir mezarlıktır ”
Akıllı adam bunları söyleyip bizi uğurladı. Dostlarımla yola konakladığımız yerden devam ettik, akıllı adamın bahsettiği ormana girdik. Ormanda o kadar acıktık ki açlıktan gözlerimiz karardı desem yeridir. O sırada yeni doğmuş semiz bir fil yavrusu gördük. Benim itirazıma rağmen verilen öğütleri unutup fil yavrusuna hırsla saldırdı dostlarım. İşte şimdi köpüklü bir kahve olup yere akıyordum yavru filin kanı aktıkça. Bir ateş yaktılar, ateş dalga dalga yükseldi odunların arasından. Ve ben yanan bir odun olup duman duman dağıldım ormanın en acınası yangınında. Açlığın vahşi büyüsü bizleri ateşe atılan bir odun gibi yakarken akıllı adamın sözleri bıçaklarla doğranıp alevin içine atılıyordu beni sanki. Yolculuğun gafleti ve gaflet anının esareti, esirlerin zilletiydim o an. Size anlatacağım yeşil erik ağacı gözlerimin önünde kuruyordu. Yol arkadaşlarım fil yavrusunu pişirip büyük bir iştahla yedi çünkü. Onlar lezzetin uçucu duygusu ile ormanda kabirlerini açtı, ben ise kanayan gözlerimle gecenin boğucu yularını boynuma dolamış affedilmez bir hatanın bedelini hesaplıyordum. Ben de çok acıkmıştım ama fil yavrusuna ağzımı sürmemiştim. Açlık benim için zahmet değil bir sınavdı çünkü.
Karınlarını doyuran, tok karnın verdiği yorgunluk ile uykusu gelen yol arkadaşlarım benden gözcü olmamı isteyip uykuya daldı. Onlar uykularında ne gördü bilmiyorum ama ben bu gece yolculuğumda gafletin zindanına damla damla düşen ruhların tane tane kuruyup yok oluşuna tanıklık ettim. Ve gözlerinde öfke yüklü koca bir fil çıktı karşıma bir anda. Korkudan donakaldım. Bana yaklaşan bir öfke vardı. Ayaklarım ormanın toprağına orman ağacı gibi gömüldü ve zilletimin mahcubiyetiyle öylece beni koklayan bir filin nefesinde kum olup dağıldım. Fil uyuyanların ağzını koklamaya başladı. Her aldığı kokuyla fil daha bir öfke doluyordu. Evladını pişirip yiyen yolcuları bulmuştu, birer birer havaya kaldırdı ve acımasızca yere çarpıp öldürmeye başladı. Her parçalanan beden ormanın bir parçası oluyordu.
Ayaklarımla gömülü olduğum yerden akıllı adamın anlattıklarını seyrediyordum ikinci kez. İlkin o anlatırken kafamda korkusuzca kurgulamıştım, şimdi ise o sahneleri korku dolu gözlerle çok daha ürkek izliyordum. Sanki akıllı adam da ormanın karanlığında bir yerde durmuş beni izliyordu. Bu kör yolculuğun gören nasipsizi ben olmuştum. Ya da bu yolculukta ormanın nasipsizi adını koyduğum beklentilerime gecenin nasibi gördüklerim olmuştu. Öfke dolu, intikam serinliği ile fil bana döndü, karşısında eriyen bedenimi yapayalnız ve ayaklarımdan yere gömülü utanç dolu bulmuştu. Ormanın tanıkları, çetin yolculuğum ve korku dolu gece bir çocuğun suretinde şekillenerek intikam serinliğine erişmiş bu koca filin yanında karşıma geçmiş yol arkadaşlarımın bana bıraktığı gergef gergef zilletime ve akıllı adamın sözlerini unutmadığım için dirilen ruhuma işlenmiş izzetime bakıyordu…
Bu gece, yalnız başına bir düğün ve özür dileyen bir dünya oldum. Sayıklayan avuçlarla puslanmış pencerenin ardında gömüldüğüm zillette bulanık bir maviydim şimdi. Nemli toprakta aç kalmışlıktaydım ve mavi umutlar kuruyordum sanki. İnsanın yuvasına sürgünü için büsbütün bir af ilanı duymuştum da ona koşuyordum. Ormanı unutup tıkanan bir solukla takılan bir adımla toprağa aktım. Yere akan köpüklü bir kahve oldum adeta, sabır tiryakisi bir bedenle kendi kendine bir nazım şekli tutturup ormanda güneşi doğurdum kıpır kıpır haliyle.
Ey ikiyüzlü madeni para ve ey yeşermemiş dünya; kuru bir erik ağacından sana sesleniyorum inatla… Senin için tutarsız bir cümle ve sorumsuz düşler olsa da büyüklerini tanı, heves pazarında mutluluk ticareti yapıp keyifsiz kış sabahlarına esir etme şu uykusuz safiyi uyumsuz laflarla… Sana parasız zenginlikten söz ettiğimde üflemeyen bir pencerenin rüyasını gördüğümü anlamış olmalıydın. Kayıp bir çelebiyi aramaya koyulmuştum bu yolculukla. Ve şimdi akıllı bir adamın sözünü tuttum diye ormanı yavrusunu yitirmiş bir filin sırtında geçtim, gönül kapısını saran kabuklar bir bir soyuldu… Akıllı bir adamın demek istediği şehrin büyüklerini bilmeden karın doyurmak ormanı değil seni bitirir. Ve şeytanın yavrularıyla doyduğunda gafletin kokusu sana elem bir kader getirir…
Rabbim mesneviden bu emaneti sana hakkıyla ulaştırmamı nasip etmiştir inşaallah…