GAZZE HÂLÂ ÖLÜYOR!!!
Savaş… Ancak tarih kitaplarında karşı karşıya geldiğim ve çok uzaklarda kaldığını düşündüğüm sonu gelmez bir kargaşa.
Zulüm… Her yerde meydana gelebileceğini ama her zaman kısa süreli olduğunu düşündüğüm anlık öfkenin zarar verici ürünü.
Çaresizlik… Sadece anlık kararsızlıklardan doğan iç sıkıntısı.
On sekiz yıllık ömrüme bu kavramlara dair bu kadarını sığdırabilmiştim. Bu kelimelerle zihnimde belirenler bu kadardı. Beni çok da rahatsız eden kavramlar değillerdi belki de. Yaşamayınca, görmeyince her şey hikâyeden, oyundan ibaret oluyordu. Zamanın etkisiyle bütün hikâyelerim bir bir yıkılırken, oyunlarım bozulurken mızıkçı çocuklar yüzünden, kavramlarım yıkılmayacakmış gibi dimdik duruyorlardı. Gazze’yle birlikte yıkıldı hepsi bir bir. Gazze gibi değişti, değiştirildi vahşice.
Aylar öncesinde (Haber Ajanda Dergisi/Ocak-2009) okudum Gazze’yi. Herkes her yandan üzülüyordu, dualar ediyordu. İçlerindeki acıyı kalemleriyle akıtıyorlardı derginin sayfalarına. Kelimelerle biraz olsun dindiriyorlardı acıları. Teselli ediyorlardı, umut ediyorlardı, Gazzelilerin dertlerine ortak oluyorlardı. Bense, bu zulmün bir an önce biteceğine çoktan kendimi inandırmıştım. Öyle değil miydi her şey zaten? Çabucak tükenip gündemimizden düşmüyor muydu? Unutulmuyor muydu insan beyinlerinde, sönmüyor muydu eninde sonunda bütün kalplerde?
Söz konusu olan, bir çocuğun gözlerinden akan kanlı yaşlar, vücudunda atmaya korkan ürkek bir yürek olunca gündemimizden de kalbimizden de kolay kolay düşmüyormuş meğer. Her an içimizi kemirip, insan kavramının ne demek olduğunu tekrar düşünmeye zorluyormuş bizi. İsmail Yiğit kalemiyle konuşturuyordu Filistin’i, bir annenin ağzından kalplerimize: ‘Ben Filistinli bir anayım… Dün doğurduklarım, bugün toprağın bağrında. Bazı evlatlarımın ölüsü, toprağı dahi görmedi. Bedenlerinde patlayan bombalar küllerini havaya gömdü. Bebeklerimin boynundaki kokuyu sildi bugün barut ve kan… ‘ diyordu. Ve belki daha neler haykırıyordu içten içe. Duyuramıyordu sesini hiçbir anne ardı sıra patlayan bombaların arasından. Üzerinden aylar geçti. Anneler hala dün doğurduklarını bugün toprağa gömüyorlar, çoğu içlerinde besledikleri bebeklerini kan kokan yurtlarında dünyaya getirmeye fırsat dahi bulamıyor. Her geçen gün yaraları derinleşiyor, onulmaz bir hal alıyor göz göre göre. Gazze hala ölüyor. Her geçen gün daha fazla ölüyor. Gözyaşları kurumaya fırsat bulamadan ya yenisini üretiyor gözler ya da sahibi artık onu ağlatmıyor, ağlatamıyor.
Peki, ne zaman bitecek bu akıl almaz vahşet, bu kabullenemediğimiz ıstırap. Ne zaman Gazzeli çocuklar yaşamaları gerektiği gibi hakkınca yaşayacaklar en güzel zamanlarını? Anneleri ne zaman çocuklarının büyümelerini izlerken tatlı bir gülümseme sunacaklar etraflarına? İşte o hak ettikleri hayatı yaşayamayan Gazze çocukları yine İsmail Yiğit’in kaleminden şöyle diyorlardı: ‘Ben Filistinli bir çocuğum… Dizimdeki ilk yaram düştüğümden değil, arkadaşlarımla oyun oynarken isabet eden bir kurşundan oldu bugün. Kırmızı rengi babaannemin entarisinden, bahçemizdeki güllerden bilirdim; kanımdaki kırmızıyı ilk bugün gördüm. Artık sırtımda, koşup terleyip de hasta olmayım diye annemin koyacağı bir bez olmayacak… Tek bacakla nasıl koşar ki insan?!’ Aynı çocuk Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ında konuşmaya devam ediyor sanki, yalvarırcasına : ‘Sevgili insanlık!!! Bir çocuk masumiyetiyle bir kez daha ‘elma’ diyoruz. Ne olur çık artık!..’
Bu yazıyı yazalı üç yıl oldu. Şimdi yıl 2012… Ben yirmi bir yaşındayım. Çok şey değişti bende ve çevremde… Değişmeyen sadece acılar… Gazzelililerin acıları… Şimdilerde biraz olsun sarıldığını sandığımız yaraları hala acı veriyor. Üç yıl önce ‘Gazze hala ölüyor’ dedim ve ne yazık ki üç yıl geçti ve yazım hala güncelliğini koruyor… GAZZE HALA ÖLÜYOR, HALA YARALI….